Çok uzaklara gitmenin bir faydası yok diye düşündün. Arayışı; yaşadığın kentte, tanıdığın sokaklarda
yapmak istedin. Kentin; bildiğin ve bilmediğin köşelerinde, alışılagelmiş yüzlerinde aramak istedin.
Yeni yüzler bulduğunda, belki bu kez terk etmen zorlaşır diye çok yakınlarında yapmak istedin.
Sadece bu da değildi. Zaten sen herkesin en uzak, en güzel dediği kentteydin. Kendini ilk
doğurduğunda, başka bir arayışın için geldiğin ‘uzağa’ çoktan gelmiştin. Bulmak istemediğin,
bulmamak için çıktığın arayışlarının ne ilki ne sonuncusuydu ama bu kente bu yüzden gelinirdi.
Değilse gelinmemeliydi. Kaçıncı doğuruşun kendini, kaçıncı arayışındı saymamıştın. Kaçamak başka
‘uzakların’ da olmuştu. Arayış diye nitelendirmeye layık bulmadığın başka kentlere de gittin. Uzak
dediğin bu kenti çok yuttuğuna inandığın zamanlarda, özlemek için, döndüğünde kentin uzaklığını
yeniden hissedebilmek için gittin.
Evler değiştirdin, insanlar terk ettin; kalıcı olma niyetinde ısrarcı olanlar, nefret etsin senden diye
değiştin, dönüştün. Sevimsizleşmek acı geldi, gene değiştin. Oldum, hamdım, piştim demeye her yakın
olduğunda telaşla bozdun kendini. Kendini sever gibi oldun, korktun, nefret eder gibi oldun, korktun.
Üçüncü gözü alnının ortasında değil de hep başının üstünde tuttun. Çakmak çakmak yanmadığında
çok korktun. Nihayete erecek mutlulukların oldu, ödün patladı. Kendini sabote etmenin kitabını
yazdın. Seçtiğin karanlık taraflar oldu. İçinden çıkmak için ciğerlerin patlarcasına haykırdığın ama
asla gelmeyen yardımlardan medet ummaman gerektiğini anladığında; sonunda tek bir adımla
kurtulduğun karanlıkların oldu. Yaşadın yani. ‘’Kâh giderim gökyüzüne kâh seyrederim bu âlemi.’’
Hiçbir şey olduğu yok diye notlar aldın sayfaları asla dolmayan, hep yırttığın günlüklere. Yoruldun,
döndün; bir arpa yol gelmemişim daha dediğinde her seferinde, yangından kurtulmuş da üzerine düşen
küllerden boğulan enkazlarda insanları gördün. Ne öz yıkımdı derdin ne de başkalarını yıkmaktı ama
yıktın. Yaşamaktı aslında. Devirdiğin masalar oldu, yere çaldığın kadehler, haberleri olsa hoş geldin
pankartı açacak adamlar, özrünle mahcubiyetinle dönsen bile suratına asla bakmayacak dostlar
bıraktın ardında. Kendine kavuşmanın bedelleri hep ağırdı yani. Her şey bir başına kalasın diyeydi,
kaldın. Kadın devrimi, terk ederek olur, yıkarak olur sandın; terk ettin, yıktın. Kırılma çağlarının tüm
yaşlarıyla yaptığın oturumlarda, herkes birbirini suçladı. Hepsi pişmandı, beni aldattınız diye yavuz
hırsız gibi bastırmak istedin onların hepsini. Hani mutluyduk; hani kaleydi bu yalnızlık canımız
pahasına koruyacağımız. Kendi ayaklarımın üstünde durdum işte, yapamayan birçok insan adına,
yapamaz diyenler rahat uyumasınlar diye. Hani kimseye hesap vermeden, sırtımızda kimsenin yükü
olmadığı bu hayatımız eşsizdi ve güzeldi.
Hem tek üyesi, hem başkanı, asili ve yedeğiydin komitenin. Hepsi sana hak vermek zorunda kaldı,
gönülden de hak verdiler arada böyle olurdu. Farklı yaşlarını buluşturan, konuşturan zaman makinesi
de şiirlerindi. Yayınlamasının hayal olduğuna inandığın, utandığın ve okuyanın seni çırılçıplak
göreceği kadar basit yazılmış, özün olan şiirler. Hastalıklı hayatını, zor benliğini anlamak için
şiirlerine gerek bile yoktu aslında. Yaşlarının, yaşlarına uygun olmayan görüntülerinden, örneğin daha
gençken bugününden yaşlı gösterişinden, her iki senede bir otuz kilo alıp, birden o kiloları verişinden,
saçlarının uzun kısa her çeşit modele ve her renge girip çıkmasından… Yaşamayı isteyen her kadın
kadar yıpranmış, hırpalanmıştın yani. Bazılarından daha çok, bazılarından daha az. Kardeşlikten öte
bir şeydi bu; aynı soydan gelmenin, aynı sularda nefes alacak solungaçların nesilden nesle aktarıldığı
bir gen havuzunda bulunmaktı. Ruhlarıyla yanından ayrılmayan bir atalar kültüründen gelmekti. Yani
en sıradan olanını yaşamak için bile savaşçı olmak zorunda bırakılan kadınlardan, susamayan,
pençeleri olan, vahşiliğinden korkulan ve bu yüzden sürekli hesap sorulan kadınlardan. Tekerrür eden
devriminden içte içe nefret ettiğin dönemlerde; vazgeçmiş, susmuş, direnmemiş olanlara imrendin
gizli gizli. Susmak da ayrı bir eylem biçimiydi. Direnecektin. Her böyle hissettiğinde çıktın işte
sokaklara, arayışlara… En sonunda kepazeliklere batacak da olsan, değer diye düşündün. Ruhunun,
özgür ruhunun hesabını acımasızca soracak sokaklara… Yüzler aradın, sesler aradın. Olur dedin
bulduklarına, sustun. Susmak da ayrı bir eylem biçimiydi. Doğurmamak da. Sadece kendini
doğuracaktın. Asla anne olmamak, anne olmadan kadın bedeni topraklara sunmak… Toprağını;
istinasız, kimseden esirgemeden, ölü çocuklara sunmak da. İntikam almanın en reziliydi, öyle
söyleyenler vardı. Umursamadın. Kadınların en büyük yalanı olan umursamamak. Söylediğin
yalanlara inanman gerekmedi, hepsi bir bir gerçek oldular.
Güzelliğe de savaş açtın. Saatlerce seyrettiğin tablolardaki kadınların güzelliklerine hayran olan
içinden biri dedi ki, onu da alma artık, her şeyle savaşma. Bedenine iyi davran. Her şeye muhalif olma.
Sevgilini pijamalarla karşılamak, gece eğlencelerine gören gözlerine gözlük takıp gitmek, saçını,
saçının da canı çıksın ister gibi batırdığın kalemlerle toplamak gibi eylemlerin pek masum kalmaya
başladı. Yasak yerlerde sigara içmek, çok içmek, arabalara özellikle Audi. BMW gibi markalarsa daha
keyifli oluyordu, kustun. Sarma sarmayan parmakların güzel fişekler sardı. Tamamen bitirmeden
kendini; daha fazlası yok oluş olurdu, sen kurtuluş bağımlısıydın. Delicesine koştuğun uçurumların, en
ucundan hızlı bir manevra ile dönmenin bağımlısıydın. Ama tüm bunlar yetmedi, sen de evlendin. O
sokakların birinde buldun onu. Sevmedin de hiç ama yıkıma uygundu, yaşayanlardan değil
ölenlerdendi o. Birbirinizi hemen tanıdınız. Dünyaya sözlere karşı bir kalkan gibi oldu, olacaktı
ortaklığınız. Ana karnına girer gibi güven dolu girdin o salona. Beyaz gelinliğinin, görünmezlik
pelerini olduğunu kimse anlamasın diye gülücükler saçtın etrafa. Sonunu bildiğin hikâyen çabuk bitsin
diye ne düğün hazırlığına giriştin ne de düğün salonu gezdin, ne de dantelli örtüler götürdün yanında.
Ev için uğraştın bir evin, yuvan olsun istedin. Kapını kapattığında görünmezlik pelerini çıkarıp biraz
rahat edebilesin diye uğraştın evle. Gardiyanı aşk, kapısında aman ne derler el âleminin nöbetçisi
olduğu o eve, çeyizim diye kitaplar götürdün. Yemyeşil masmavi diyarlara açılan pencerelerindi onlar.
Kahramanlar ve yılmaz savaşçılar arkadaşın oldu. En iyi okumalarını, ev dediğin o mezarda yaptın.
Sığınmak, en adisinden en iyisine, sığınmanın her biçimini merak ediyordun, sığındın. Mutsuzdun,
kitaplara sığındın. Yalnız değilim mutluyum diye yalanların oldu, sırtındaki çıbandan da kötü adama
sığındın. Ortaklık uzun sürmedi. Yeniden doğurmak için; öldürmen de gerekiyordu kendini zaman
zaman. Öldürdün. Sıra yeniden doğurmaya gelmişti. Çıktın o mezardan. Devrim terk etmekle
oluyordu, yine terk ettin. Görünmezlik pelerini attın sırtından. İhtiyacın olan görünmemek değildi
sözlerdi, kendindi. Ölmek ve doğmak için gençlik denilen bir zaman kaybın oldu. Altın kesesini
almadan içeriye almıyordu kapıcı. Altın keseni kaybetmek önündeki uzun ve özgür hayat için gereken
bedeldi. Ödedin. Bu kez, bulmaktan korkmadığın, bulmayı istediğin bir arayışa çıkacaktın. Çok
uzaklara gitmenin bir faydası yok diye düşündün. Arayışı; yaşadığın kentte, tanıdığın sokaklarda
yapmak istedin. Kentin; bildiğin ve bilmediğin köşelerinde, alışılagelmiş yüzlerinde aramak istedin.
AZİZE GÖKTAŞ