Ahmet Uçantürk boyu kısa olduğu halde sığamadığı pencerede dizlerini bükmüş bir bebek
gibi nazikçe tuttuğu, birazdan tekrar hoyratça abanacağı gitarını çalmaya ara verdi. Uzaktan
görünen küçük, mavi topa dönerek, ‘’Ahmet Uçantürk’ten sevgiler, günaydınlar efendim.
Mutlu olun ve çok eğlenin’’, dedi. Adam bunu günde on kez yapmaktan bıkmıyordu.
Uyuduğumuz saatlerdeki doğum ve batımları kaçırıyorum diye üzülüyor muydu, merak
ediyorum. Bunu ona sorabilirdim ama ne şiirsel cevabına katlanabilirim ne de yeni gözdesi
olmaya. O işi İtalyan’a bıraktım, o da kadın ne de olsa. Ezkaza ruh haline uygun bir türkü ile
de cevap alma ihtimalim var. Ezkaza, çünkü ne sorulduğunun, kimin sorduğunun önemi
olmazdı canı isterse. Hoşlanıyor muyuz, onun için önemi yoktu, söyleyiverirdi. Şarkı bitince
de bir zaman duraksar, cevabın verilmesi mühimse yanıtlardı. Aslında burada nasıl vakit
geçirilir en iyi bilenimiz oydu.
‘’Hocam tankların doluluk oranı gayet yeterli. Ek bir elektroliz işlemine gerek görmüyorum,
uygun mudur?’’ Muhteşem Türkçesi ve diksiyonuna rağmen, adamın sinir bozucu ve her
açtığında etrafa sanki lahmacun ve ayran kokusu saçan türkü ağzı, patlatırdı. ‘’Fincanın etrafı
yeşil aman aman, aman kız canım kız öldürdün beni…’’
Keşke ne canı olaydım, ne de kızı. Allah’ım öldürdün diyor ölmüyor. Türküyü dilediği yerde
kesip, soluklanıp birden, mühim görevleri olan bir bilim insanı olduğunu hatırlamaya ihtiyacı
olan süreyi, övündüğü Urfalılıktan sıyırmak için kullandığını belirtircesine, kafasını iki yana
salladıktan sonra ‘’Uygundur kaptan,’’ derdi. O kafa sallaması da güncellenme tamam gibi bir
şey olsa gerek, alışmıştım. Çok şeye alışmıştım. Hoş, bu adam derslerde de böylesine tuhaf
hareketler yaparmış, izole ve rutin hayatımıza has değilmiş, Can söyledi. Can’ınki de başka
bir berbat talih; dünyada maruz kaldığın adamdan, evrenin uzak köşelerinde de kurtulama.
Hoş, pek şikâyetçi bir hali yok. Ondan hoşlanmadığımı anlamayacak kadar ilgisiz ya da
anlamamış gibi yapıyor. ‘’Alışırsın kaptan,‘’ diyerek göz kırptı bir de. Kaptan!
Kafama çıkacak olmasaydı, koca popomu tüm kâinata gösterecek olmasaydı popom ki;
birçok belaya sebep olabilir ve bir de uluslararası getirilecek eşyalar yönetmeliğine aykırı
olmasaydı, kısa, mini elbisemi yanıma alır giyerdim. Gösterirdim o zaman ona kaptan
olmadığımı. Ayrıca, kusura bakma Can, kaptan diye seslenmek de fazla bayat, yakışıklılığın
da kurtarmıyor bu esprinin kötü oluşunu, bir de spock kulakları yaparsan…
‘’Günaydın kaptan’’.
Uçantürk’e de kaptan bana da kaptan öyle mi Can? Az önce sporunu tamamlamış, terlemiş,
havluyla kurulansa da kaçışan zerreleri buharlaşacak. Buna da şükür. Payıma terinden
damıtılmış su, bir de pek bana dönmeyen suratını günde 16 saat görmek var. İşlerime
dönmeliyim, işlerime dönmeliyim. Kaptan işine dön.
Ah Can, canım Can. Aramızdaki uçuruma aldırmadan saatlerce izlemeye doyamayacağım
Can. Bu şartlara rağmen güzel kokabilen Can. Ahmet Uçantürk’e neşeyle, ‘’Günaydın
kaptan’’ diye cevap verecek kadar iyi yürekli, güzel elli, güzel sesli. Biliyorum, bilerek
yapıyor sanki rastgele karşılaşmışız gibi, yarı çıplak dolaşıp beni daha çok kudurtan Can.
Yine böyle ansızın çıktığında karşıma, temizlenirken ben, su poşetinden bir damla alacağım
suyun hepsini sıkıverdim afallayıp. Hazırlıklıydım bu duş şekline ama Can’a hazırlıklı
değildim. ‘’Bu durumda bir ay yıkanamayacaksın kaptan’’, deyip saçılan suları daha fazla
dağılmaları engellemek için daha bütün olanını havluya bastırdık, havada yakalayabildiğimiz
daha küçükleri ağzımızı balık gibi yapıp içtik. Ben dağılan zerrelerden endişelenip,
Uçantürk’e koştum. Biraz da Can’dan ve o gerilimli flörtüz anlardan kaçtım. Acemilik bile
değildi sanki. Filmlerden bir iki numara kapmış ve yanlışlıkla gönderilmiş biri kadar
rezalettim. Dağılan su zerreleri ve beraberinde götürdükleri filtrelere kaçarsa, ölmemiz bir
yana istasyon yok bile olabilirdi. Dünyaya büyük maliyet, skandal, kepazelik. Uçantürk, ‘’O
kadar su damlası konuşurken de kaçar ağzımızdan endişelenme,’’ dedi omuzlarımdan uzun
uzun tutarak. Her seferinde temasta bulunması sinirimi bozuyordu. Önceleri, hepimizde olan,
normal sayılabilecek insanca bir temas ihtiyacı olarak düşünmeye zorladım kendimi ama
hoşuma gitmiyordu. ’Bir cinayet için iki kişinin küçük bir hücreye kapatılması yeter.’’
Sonra ikiyüzlü olduğumdan şüphelendim. Can yapsaydı sinirlemek yerine mutlu bile
olurdum. Bu seyir günlüğünü sadece onu anlatmak için de tutabilirim. Saatlerce; ne dediğini
ne yaptığını, konuşurken büzüşen dudaklarıyla daha yakışıklı olduğunu, aldığı unvana
yakışmayan sakarlıklarını ve saf cevapları yüzünden zaman zaman embesil olduğunu
düşündüğümü yazabilirim.
Mesela istasyona Tesla demesinden hoşlanmıyorum. Eşiyle canlı bağlantı kurduğunda, ödünç
aldığı gitarla ona şarkı söylediğinde saçlarımı yoluyorum. Çok kıskanıyorum. Ben de evli
olsaydım duygularım aynı olur muydu, ah burada olmanın psikolojisi değil. Onu İstanbul’da
ucuz bir barda barmen olarak bulsam da abayı yakardım. ‘’Bir cinayet için iki kişinin küçük
bir hücreye kapatılması yeter,’’ demişti bir astronot. Ben de ekliyorum aşk için, iki kişinin
küçük bir hücreye kapatılması yeter ama yoooo, bacakları da güzel, boyu çok uzun, havada
süzülürken Aquaman’e benziyor bir de, it. Aa evet saçları mecburen kısa ama anılar
akşamımızda, uzun halini gösterdi. Gözümden bir hançer sapladı kalbimden çıkarttı ama her
şeye rağmen aptal mı, tecritten mi saçmalıyor bilmiyorum. Hayranlığını sezdiği kadınların
zekâsını sorgulayan standart tiplerden belki de. Bunların hiç birini yazamam silerim ben de,
siliyorummmm, olsun biraz rahatladım bunu da sil… Sanal terapist talebinde bulunacağım bir
sonraki listemde, bunu da sil sil sil kaptan sil kendini de sil.
Suratını kitaplarının arasında saklayıp kurutsam.
‘’ Ne dediniz kaptan?’’ ‘’ Yok, bir şey.’’
Üç beş diyalog. Uçan pizza partimizde, hoşluk olsun diye bir kereye mahsus gönderilen
votka, cin, bira da vardı birer kadeh tabii. Daha fazlasını göndermezlerdi, biz de daha fazlasını
isteyecek kadar salak değiliz. Bilim insanıyız, bizimki rakı yok mu uleynnn derken şaka
yapıyordu elbette, sinir de olsam saygım var ona sıkıysa olmasın.’’ Siz dua edin pizza yerine
ekmek istemedik.’’ Hoş, yüzyıllar geçse de barbar olmadığımızı kanıtlayamadığımızdan
gönderirlerdi korkup ama dağılan kırıntıların riskini biz de alamazdık. Bazı şeyler zamanın
ötesinde de hala aynı. Barbar Türkler bunu nasıl başardı ama değişen şeyler de yok değil. Ben
bile kestim kara saçlarımı. Çok dökülüyor. Filtre temizliğinde gördüm, resmen tehlikeliyim.
Saçlarım uzun, saçlarım hala her yerde tehlike. Oğlan çocuğuna benzedim anneanne. Kestim
kara saçlarımı kızıla boyadım, ateş oldum tutuştum Can. ’’ Bir şey mi dedin kaptan?’’
Döndüğümde artık sadece hediyelik dükkânlarda basılan kitaplardan bastırayım. Üç beş
meraklı okusa bile tamamdır. Ben özlüyorum o günleri, sonuna yetişsem de bazı kitaplarım
olmuştu çocukken. Bu durumun tek iyi yanı artık yazarlar da kitap bastırmadığı için, yayınevi/
editör engeline takılmayacak kitabım. Adımı görüp hayal kırıklığına uğrayacak okuyucu ama
mesleğimden alakasız olacak anlattıklarım. ‘Aramızdaki uçurum’ ismini vereceğim kitabıma
ama bahsettiğim uçurum dünyaya olan değil Can’a olan uzaklığım olacak. İkisi hariç
yukardan bakabildiğim bu noktada bile erkekler Marstan. Boşlukta süzülmeleri, yeryüzünde
olmaları dahi durumu değiştirmiyor. Dünyaya döndüğümde saçlarımı kızıla boyatacağım.
Can’ın hiç olmamış kitabı. Dokuz yaş küçük, o kısacık dokuz yıl bile ne kadar uçurum
yaratıyor aramızda. Sözgelimi benim aklımda ekoloji direnişiyle ilgili haberlerden görüntüler
kalmış. Can doğmamış bile o yıllarda. Hologram olmayan yayın da hiç izlememiş. Ben
izledim, anımsıyorum. Sonra mesela Can, kiraz ile vişne arasındaki ayrımı bilmez, ben de hiç
görmedim onları ama anneannem anlatmıştı. Aramızdaki uçurum Can… Saçlarımı boyayacak
kuaför yollayın uleynnn!
Bizimki çok sevdi bu çıkışımı, ‘’Kırk dokuz gün sonunda içten bir şey söyledin nihayet
kaptan,’’ dedi. O da kaptan diyor bana, yüz vermiyorum ya. Ne sandın kızım, yanlış
anlıyorsun mesajı, inceden inceden bana mı öyle geliyor, nerde olursam olayım kafamda
sıradan kodlar…
Gülüyorlar. Onlar daha uzun süredir burada. Sadece her yeni gelenle yiyebildikleri taze
meyvelere mi çok sevinmişlerdi yoksa izole yaşamanın kendine has, insan hasretinden miydi
bilinmez. İçeri girer girmez selamlaşmak ve yerleşmek için süzülürken ben, hepsi
‘’köpekbalığı’’ diye bağırarak sarıp sarmaladılar beni. Sarıldığımızda böyle diyoruz, ben de
diyorum, sarılmayı çok seviyorum.
İçkilerin yanında İtalyan kadına, espresso makinesi göndermişler, bizim de işimize geldi.
Birer kadehle ayyuka çıkan Akdenizli ruhlarımızın ölmüşlerine değdirdik son espressolarla.
Can, bu deyimi de anlamadı, bizimki hemen güldü, ‘’hay yaşa kız’’ dedi. İtalyan taklit etti,
bizden öğrendiği kırık Türkçeyle, ‘hay yasa kiz’. İyi, doğru bir şey söylediğimizde, senden
beklemezdik iması ile mutlaka hatırlatılan kız oluşumuz. Hatta bize ne yapıp edilip
söylettirilen, bellettirilen…
Yapacak işlerimiz, görevlerimiz var elbette ama çok zaman almıyor, zaman çok. Güneş bile
on altı kez doğup batıyor. İki saat spor. Yemek partilerimiz, Uçantürk’ün ve Can’ın besteleri.
İtalyan, kendi halinde okur, izler, sık sık ailesini arar. Ben anneannemi arıyorum, anlatıyorum,
çocukken okudukları şeyler dışında yaşamımızda pek bir şey değişmemesine şaşırıyor. Tüm
kurallar nerdeyse aynı, diyor. Çocukken hayalini kurduğu mesleği ne zaman unutmuş, ilkokul
öğretmenine gıcık olduğundan öylesine bir kez söyleyivermiş sanırım, anımsamıyor. ‘’Amann
neyi anımsarız biz zaten doğru düzgün’’, diyor. Can’dan bahsediyorum, anneannem hala
saçlarını kızıla boyatmaya devam ediyor. O kesememiş kara saçlarını başka bir Can
yüzünden. Benzerliklere şaşırıyor, aramızdaki benzerlikler… Anneanne diyorum, ‘’Sizin
aranızdaki uçurum da aynı mıydı?’’. Neler yediğimi soruyor, neler yaptığımı. Can’ın terinden
bahsediyorum. ‘’O da senin idrarını içiyor bu durumda’’, diyor. ‘’Doğru olsa da sevimli bir
düşünce değil’’diyorum.
Daha da gülüyorlar sonra, birer kadeh içmiş değiliz sanki. Benim somurtkan suratımla
ilgilenmeyi bırakan Uçantürk, İtalyan’la gayet iyi. Ne fark eder. ‘’Deneyimlediği ve
deneyimleyemediği şeylere rağmen uçmaya nasıl arzu duydu o çağda, o hayalleri nasıl kurdu
da Vinci,’’ diyorum.’’ Jules Verne de ilginç,’’ diyor hemen bizimki. Can’ın sapşal bakışları,
İtalyan, Da Vinci’nin ismini haykırarak, tulumuna işlenmiş minyatür İtalyan bayrağını
gösteriyor. Çağlar değişiyor, zamanı zapt ediyoruz üstüne. Buradan, sınırların var olmadığını
gözlerimizle gördük. Su zerreleri kadar küçük olduğumuza vakıfız ama bazı şeyler
değişmiyor işte. Can şarkı söylemeye başlayınca, Uçantürk ile İtalyan dans ediyor,
öpüşüyorlar. Anneannem görse kusardı. Şekilci kadındır o, göbekli bir ihtiyarı genç bir
kadınla dans ederken görmekten, hele de sarmaş dolaş görmekten hoşlanmaz. Uzaklardaki bir
yakınlık dayanışması. Onlar yatay bedenlerini, birbirilerine sarılarak dikleştiriyorlar
anneanne. Hepimiz yüzmekten sıkıldık, bu suyu zerre zerre ürettiğimiz yerde karayı özledik.
Kara saçlarımı da kestim, üstüne her gün Can’ın kara gözlerine de hasretim. Sıkıldım,
yemeğim de bitti. Can da sanki sezinliyor halimi ya da hiçbir halt anlamadı da, bu dünyevi
akşamdan etkilendi. Vakumlu hortuma işemeye gidiyorum. Neşesizliğimin katkısı olsun.
Yıldızlara yakın, tanrıya yakın, sessiz ve karanlık bu denizde bile, bir avuç insan beni
tiksindiriyor neşeden. Ben kalkınca, Can da peşimden geliyor, yoo bunu yapamayız Can,
kurallardan bir tanesi; yasak. Ekmek yasak, şarap yasak, zaman yok ki. Çünkü hiç birimiz
kötü doğmuyoruz artık. Kefaret sistemi çöktü. Ulvi görevime yakışmayan bunaltıma, bir kara
leke daha ekleyemem.
Vakumlu boru ile idrarımı nem giderici cihazlara yolluyorum. Değişmeyen şeylerden biri
daha işte; tuvaletlerimiz ayrı. Kadın olmak, her yerde, uzayda bile zorluk, bela. Yer israfı, su
israfı, rotadan çıkaran, baştan çıkaran kadınlar. Gemideki kadınlar. Can, bana kaptan diyerek
alıkoyuyor bu farklılıktan kendini.
Bugünlerde neden bu kadar duygusal olduğumu takvimim hatırlattı. Zor geliyorsa da
özlüyorum. Kadın olarak doğmasaydım, yokluğunun sancısını da duymayacaktım. Kızıl,
kırmızı bir rengin özlemi olmayacaktı içimde. Karanlık ve sessiz bu denizde, Can’ın kara
gözlerinde boğulmayacaktım. Uzay istasyonuna fırlatılmamdan önce, rahmime implant
koydular. Bilmem kaç senedir adet görmeyen kadın bedenim ve kısa saçlarımla kaptanım
burada artık. İdrarım sadece sarı. Can’ın da içeceği suyu elde etmek için kullanacağız
mutlaka. İtalyan huzurlu, Uçantürk ile uçuyor, süzülüyorlar. Ben ancak istenmeyen
havariyim, bu son uçan pizza partisinde. Gülmüyorum mesela, uzaktan gördüğüm küreyi
özlediğimden de emin değilim. Yakınımdaki adama bile dokunmak istemiyorum. İtalyan,
Uçantürk’ün dokunuşlarından rahatsız değil. Tuvaletten çıkmamı beklemiş, sırıtıyor Can.
Benimse, bana dokunacak diye ödüm patlıyor.
AZİZE AKTAŞ