İşe Yarar Bir Şey

KÜNYE

Yıl: 2017

Yönetmen: Pelin Esmer

Senarist: Pelin Esmer, Barış Bıçakçı

Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki

Oyuncular:  Başak Köklükaya (Leyla), Öykü Karayel (Canan), Yiğit Özşener (Yavuz)

C:\Users\Pc\Desktop\287120.jpg-r_512_288-f_jpg-q_x-xxyxx.jpg

UYARI: Bu yazı noir, auteur, cringe gibi kelimeler ve spoiler içermez.

En işe yarar şeyleri yapan sevgili şairlerin hayatımıza dokunan dizeleriyle bizleri türlü yolculuklara çıkarttıklarını hatırlayalım. Filmi de mutlaka izleyelim. Pelin Esmer’in bir önceki kurmaca filmi olan ‘Gözetleme Kulesi’ndeki diyaloğa yer vermeden edemeyeceğim.

-Lisede yazılır ya şiir.

-……..

-Sonra işte… Hayat…

Filmimiz de hayat işte dedirttiren şeyle başlar. Kocaman bir saat. Acımasız zaman. Kimimize şiirleri yazdırmayı, kimimize okutmayı bile unutturan hayatın düşmanı; ‘zaman’ ile açılışı yaparız. Sonra kamera yavaşça aşağıya kayar ve kendimizi bir tren istasyonunda buluruz. Önce oynadığı karakterin şiir gibi sözleri sonra muazzam sesi ve güzelliğiyle Başak Köklükaya girer sahneye. Dünyaya bakan değil; dünyayı, hayatı ve insanları görmekle kalmayan, tebessümle gözlemleyen bir kahramanla karşı karşıya kaldığımızı ilk dakikalardan anlarız. 

Pelin Esmer’in önceki filmleri olan ‘ 11’e 10 Kala’ ve ‘ Gözetleme Kulesi’ nden sonra üçüncü ve son kurmaca filmi ‘İşe Yarar Bir Şey’ in açılışının, filmin öyküsü gerekliliğinden olsa da önceki filmlerine gönderme olarak algıladım ve çok şık buldum. 

Sinemanın başlangıç ve sık işlenen konusu olan tren yolculuğuna çıkacak olan başkahramanımız Leyla, çekincesiz çevresini izlerken ona eşlik edecek yol arkadaşı da filme dâhil olur. Açılıştaki saatin altında düğün fotoğrafı çekilen bir çifte, fotoğrafçının yardım isteğiyle çerçeve tutan Canan, bize o çerçeveden başka bir hayatı ve cevaplanması zor soruları gösterecek kişidir. Akla gelen diğer tren filmleri gibi yol dışında hayatları kesişmeyen hikâyeleri ve dünyada başka mesele yokmuş gibi ucuz niteliksiz aşkları anlatmaz bize filmimiz.

Değiştirip dönüştüren, hayata da atfedilen yolculuk teması her sanat eserinde olduğu gibi yine bir amaca yöneliktir. Burada ister istemez Tolstoy’un o ünlü cümlesi gelir akla, ‘’Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.’’ İki kısımdan oluştuğunu söyleyebileceğimiz filmimiz, bu iki kadın üzerinden iki durumu da bize yaşatır. Yirmi beş sene sonra ilk kez katılacağı bir mezuniyet buluşması için tren yolculuğunu tercih eden Leyla ile yolculuğumuz başlar. Canan ise üstlenmesi zor bir görev için yola çıkmıştır.

Varılacak hedeften çok yolda olma halini de kıymetli bulan; birçok yolcu gibi bir pencereden akan şehirleri, sokakları, tepeleri ve insanları Leyla’yla izlemeye başlarız. Kapalı ve dar bir mekân olan trende, senaryosunu Barış Bıçakçı ile kaleme alan yönetmenimiz bizi hapsolmuşluk hissinden kurtarır. Başarısını birçok filmde kanıtlamış olan görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin estetik kareleri ile seyircisi olduğumuz sadece dışarda akan hayat değil, pencerelere yansıyan yüzüyle Leyla’dır da. Yansımalarla kendini, gördükleriyle hayatı bir kara kutuymuş gibi kaydeden Leyla’nın düşüncelerini ve hatta şiirlerini, bu muazzam görüntüler eşliğiyle duyarız. Şiirlere yakışan ve doğru zamanlamalarla verilmiş müziklerle, bir filmden çok uzun bir şiirin içinde olduğumuzu hissetmeye başlarız.

İkinci kısım ve İşe Yarayan Şeyler:

Sonradan şair olduğunu da öğreneceğimiz Leyla, edilgen bir gözetleyici değildir. Kompartımanında şiir okuyan, şiir düşünen, resim yapan aynı zamanda avukat olan bu kadın sadece iştahla seyrettiği insanların kaydını tutmaz. Fazlasıyla içindedir hayatın. Canan’la, trendeki karşılaştığı insanlarla olan konuşmalarından üstten bakan, şair gibi konuşan elitize edilmiş bir karakter değildir.  Cesurca bir samimiyet gösterir insanlara. Burnunu sokar gibi değil de, işe yarar bir şeyler yapmaya gönüllü bir naiflikle karışır hayatlara. Biraz da hayatı yaşanılır kıldığını söylediği bir merakla. Canan’ın tam aksine. Canan’a yol arkadaşlığını sunan da aslında Leyla’dır.  Varmak istediği yer ve üstlendiği sorumluluk konusunda hala gelgitler yaşayan huzursuz Canan, Leyla’nın bu ortak olma durumuyla da gelgitler yaşar. Canan’ı bazı seyirciler, filmin aydın karakterlerine göre daha gerçekçi bulacaktır eminim. Varoluşsal dertleri olan, daha alt bir sosyo-ekonomik yerden gelen, hemşire olduğu halde oyuncu olmak isteyen bir karakterdir. Leyla’nın aksine telaşlıdır ve yolculuktan çok hedefle ilgilidir. Göstermek, görmek yerine görünmek konusundaki zıtlıkları ile toplumsal farklılıkları ve zamanın değiştirdiklerine de karakterlerimizle tanık oluruz. Sorumluluğuna ortak olma halini hatta hedefinin rotasını değiştiren müdahalelerini yer yer fazla bulan ama yardımına da ihtiyaç duyan Cananla beraber seyirci de Leyla hakkında düşünmek zorunda kalır. Leyla göründüğü kadar iyi midir, yoksa patavatsız bir merakla şiirlerine konu arayan bir burjuva mıdır?

Şehre gelecek, bir yabancıyı bekleyen Yavuz iki yabancı ile karşılaşır. Üç karakterimizin bir araya gelişiyle başlayan diyaloglarda sorular, sorgulamalar çoğalır. Seyirciye arzuladığı ve hedeflediği şey konusunda kararlı olduğu düşündürtülen Yavuz, bu buluşmadan dolayı tereddüt yaşar. Canan gibi o da bu gözetleme merakını Leyla’nın yüzüne vurur. Yolculuğa çıkmamış Yavuz, bu iki yabancı ile değişecek midir? Ne karara vardığını, önceki kararından vazgeçip vazgeçmediği seyirciye gösterilmese de yaşadığı tereddüt filmde çok iyi verilmiş. En azından bir gün ertelendiğini bildiğimiz bu kararın, tereddüt edilmesine sebep olan kişi yine Leyla gibi görünmektedir. Ana akım sinemanın sonlarına alışkın bazı seyircileri daha hoşnutsuz kılacak, gerçekçi değil etiketlerini yapıştıracakları bu konuşmalar esnasında da pencereden hayatı ve yansımaları görmeye devam ederiz. İki aydının hayat, ölüm ve bence edebiyat hakkındaki konuşmalarını kısa bile buldum.

 Canan’ın dışlanmadığı bu sohbetin sonunda işe yarar bir şey yapanın Canan mı, Leyla mı olduğu konusunda seyirciyi ikiye böler filmimiz. Cevapları gözümüze sokmadan, aslında görülmesi çok basit ipuçlarıyla verir. Karakter olarak kısa tutulduğu yanılgısı yaratılan Yavuz’u tanıtırken, detaylara planlara dikkat ister, anlatmaz, gösterir. Filmin tamamını anlatmayayım diye bahsedemediğim çello seslerini, yansımaları; karga, sarıçiçek, duvardaki ayna, bir türkü, hayali arkadaş, kitapların üzerindeki isimler ve Platon’un mağarasını hatırlatan ışık oyunları gibi detayları çok sevdiğimi söylemeden edemeyeceğim. Biraz uzun kalsa da gerekli bulduğum mezuniyet yemeğini ve yemekte devam eden kayıt tutma, yansıtma durumunu da. Pelin Esmer’in bir röportajında ‘Son Akşam Yemeği’ni düşünerek yazdıklarını ifade ettiği bu sahne, bana panoramik bir şehir fotoğrafındaki insanları konuştursak bu konuşmaları duyarız diye düşündürttü. Ayrıca Başak Köklükaya’nın o sahnelerde bir duruşu var ki, antik bir büst gibi maşallah☺  Filmin en çok alıntılanan ve en güzel şiirini bu sahne sonunda duyarız. Mutlaka bu şiirle kavuşun derim.

Toparlarsak filmin iki kısmı da oldukça tatmin edici. Alt metin okumanın, metaforları çözmeye çalışmanın hatta filmin ilerleyen sahnelerinde de söyleneceği gibi anlamanın şart olmadığı bu film; insanda şiir yazma ve işe yarar bir şey yapma, insanlara dokunma isteği uyandıran tatlı bir hisle bırakır bizi. Anlarım da, okurum da derseniz şiir ve felsefe hakkında zaten çok şey barındırıyor. Tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz uzun bir şiir kadar güzel olan filmimizden sonra; ihtiyaçları olmadıkları halde kargaları tehlikelere karşı uyarmak isteyeceksiniz. Hayatı yaşanır kılan şeyleri patavatsız bir merakla araştırmaktan, yine patavatsız bir dâhil durumuyla insanlara göstermekten çekinmeyeceksiniz. Filmin oyuncu seçimi ve oyuncuların performansları harika olmuş ama karakterleri, iyi işlenmiş senaryosu ve Pelin Esmer yönetmenliğinde başka isimlerle de farklı bir sonuç çıkmazdı diye düşünüyorum. Sadece, Başak Köklükaya’nın çok iddialı oyunculuk sergilediğini, başka kimsenin böyle bir Leyla olamayacağını da söylemeden edemeyeceğim. Değil tartışmak ismini bile pek duymadığımız konuların alt başlıklar olarak verildiği filmimiz biterken tatlı sıcak bir hissin yanında merak ve endişe duygularıyla da baş başa kalıyoruz. Hakkında en endişe etmediğimiz tek kişi Leyla oluyor. Yine şiirsel yolculuklarında tebessümle gözetleme oyununa devam edeceğinden emin olduğumuz Leyla’yı uğurlarken kendimize sormadan edemiyoruz. Sahi, ben olsam ne yapardım?

AZİZE GÖKTAŞ

Written By
More from Azize Göktaş

KARA GÖLGE

Okunma sayısı: 1.121 KARA GÖLGE Quagmire’dan ayrılan atlı arabanın, çamurlu yollarda bata...
Görüntüle

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir